Wednesday, May 17, 2006

İÇERİK ADRESLERİ

http://yeraltiyazilari.blogspot.com
PROLETARYA İHTİLÂLİNİN TEORİK MESELELERİ
- ÜÇ PROPAGANDA YAZISI -
- GİRİŞ
- PROLETARYA DİKTATORYASI
- ÖZEL ÖNEMİ OLAN BİR FELSEFÎ KONU: BİLİNÇ
- PARTİ MESELESİ
• Genel bakış
• Türkiye’de proletarya mücadelesi
• Türkiye’de rejimin siyasî yapısı
• Mekanizma nasıl kurulmalıdır
• Bitirirken bir kaç not

* * *
http://yeraltiyazilari2.blogspot.com
DEVRİMCİ SENDİKACILIK
- CHP, TKP’Yİ DİSK’DEN KOVUYOR
- ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE (UDC)
- KOMÜNİSTLERİN SENDİKA HAREKETİNE BAKIŞLARI NASIL OLMALIDIR
- GÜNEY’DE SENDİKALAR KONUSUNDA YAPILAN TOPLANTILAR ÜZERİNE

* * *
http://yeraltiyazilari3.blogspot.com
FAŞİZM VE REVİZYONİZM HAKKINDA AÇIKLAMALAR
- TÜRKİYE’DE EMPERYALİZME BAĞIMLI BURJUVAZİNİN SINIF HAKİMİYLETİ “FAŞİST DİKKATÖRLÜK”;, BU SINIF HAKİMİYETİNİN ALETİ OLARAK DEVLET İSE, “FAŞİST”DİR
- REVİZYONİZME KARŞI KOMÜNİST TUTUM

* * *
http://yeraltiyazilari4.blogspot.com
ENTERNASYONAL PROLETARYA BİRLİĞİ
- YOLDAŞ “A.D”

* * *
http://yeraltiyazilari5.blogspot.com
“ TÜRKİYE KOMÜNİSTLER BİRLİĞİ”NİN YAYIN ORGANLARIYLA İLGİLİ ELEŞTİRİ NOTLARI"
- GİRİŞ
- BİRİNCİ BÖLÜM
- İKİNCİ BÖLÜM

DEVRİMCİ SENDİKACILIK

İÇİNDEKİLER

- CHP, TKP’Yİ DİSK’TEN KOVUYOR.
- ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE (UDC)
- KOMÜNİSTLERİN SENDİKA HAREKETİNE BAKIŞLARI NASIL OLMALIDIR?GÜNEY’DE SENDİKALAR KONUSUNDA YAPILAN TOPLANTILAR ÜZERİNE

CHP, TKP’yi DİSK’ten KOVUYOR

DİSK’li yöneticiler, her günkü eylemleriyle, sınıf mücadelesini reddettiklerini gizleyemedikleri için, Marksizm-Leninizm’e karşılık, yaşadığımız zamanın en organize bir sapması olan, revizyonizmin kanadı altına girmişlerdir. Bu işin akıl hocası olarak da, Fransız Genel Emekçiler Birliği (CGT)’ni seçmişlerdir. O zamanın DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker, CGT ile ilişkilerde, çok önemli çabalar göstermiştir. CGT, Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin siyasetinin güdümündedir. Aynı şekilde TKP’de, Sovyetler partisinin tam bir uydusu halindedir. Bütün bu ilişkilerden doğan bir yakınlaşma sayesinde, TKP, gelişmesi kaçınılmaz olan ihtilâlci proletarya hareketlerinin, DİSK’de yayılmasını engelleyebileceği güvenini, DİSK yöneticilerine verme imkânı kazanmıştır. FKP ve benzeri partilerin güdümündeki sendikaların, yığınları ekonomik mücadele alanında toparlayabilmesi, DİSK yöneticilerinin başlarını döndürmüştür. DİSK yöneticileri, Fransız sendikalizmini gidip izlemişler ve ağızları bir karış açık, hayranlıklarını bildirmişlerdir. Halbuki gördükleri, burjuva toplumu içerisinde ebediyen kalmaya yemin etmiş bir kurumdan başka bir şey değildir.
DİSK’in kuruluşunda, kısa bir süre genel sekreterlik yapan ve sonra, bilemediğimiz bir sebepten dolayı Almanya’ya işçi olarak gidip, orada sendikacılık yapan İbrahim Güzelce, 1975’de tekrar Türkiye’ye gelmiş ve Kemal Türkler’in listesinden genel sekreter olmuştur. Güzelce bu arada büyük terakkî kaydetmiş ve Almanya’da TKP’li olmuştur. Bu yeni durumdan sonra bazı tayinler yapılmış ve genel sekreter yardımcılığı bile, menejerlik olarak yürütülmeye başlanmıştır. Kısa bir zaman sonra bakıyoruz ki, solda TKP’liler çoğalmaktadır. Programını, tüzüğünü, geçmişini bile bilmeden, bir sloganın; garip, uydurulmuş bir kaç kelimenin, kırmızı bir karanfilin peşine takılan orta burjuvaların pespaye partizanlığı ortalığı sarıyor. Bunların asıl özelliği olarak, gerçek komünistlere ve gerçek bir komünist hareketin gelişmesine düşmanlığı gösterebiliriz.
“Toplumsal ilerleme” dedikleri ve CHP’yi iktidara getirmekle özdeş bir stratejinin takipçileri olarak ortaya çıkmışlardır. Empeyalizme bağımlı burjuvazinin yeni temsilcilerinin bulunduğu CHP’nin, toplumu demokratikleştireceğinin çığırtkanlığını yapmışlardır. CHP’nin, “İleri demokratik bir düzen” getireceğini ortalığa yaymaya çalışmışlardır. Kendilerine “Abdurrahman Çelebi” olma imkânı tanımış olan Sovyetler revizyonizmine, her fırsatta minnettarlıklarını belirtmişler ve Sovyetler partisinin, dünya proletaryasını kurtaracağı hayalini yaymışlardır.
Pasiflik, korkaklık ve mevcudu koruma, bunların sembolü halindedir. DİSK, hiç de sanıldığı kadar bir örgütlenmeye sahip değildir. Bu gün, en önemli iş kollarında, son derecede küçük bir örgütlenmenin varlığı ve giderek bunların zayıfladığı göze çarpar. Devlet sektöründe ise, sıfıra sıfırdır. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Mersin Ataş, İzmir Ali Ağa ve İzmit İpraş gibi, mevcut sanayiin bel kemiği sayılan fabrika ve rafinerilerinde, hiç bir varlığı yoktur. Tofaş ve Tariş gibi işçi sayısı yüksek ve ekonomideki rolü fazla iş yerlerini de, faşist sendikalara kaptırmışlardır. Çok büyük önemi haiz ulaştırma ve enerji iş kollarında da hiç bir varlığı yoktur. Gene hayatî ihtiyaç maddelerini üreten gıda ve tekstil iş kollarında da, faşist sendikalarla oranlandığında, çok gerilerdedir. DİSK yöneticilerinin ifadelerine göre, konfederasyonun beş yüz bin dolaylarında üyesi varmış. Bu rakkamı doğru kabul etsek bile, Türkiye’deki sigortalı işçi sayısının, ancak dörte biri kadar olduğunu görürüz. Ayrıca, tarım işçilerini örgütlemek bir yana, henüz onlara ulaşamamışlardır bile.
Son zamanlarda, DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlenmiş işçilerde, ciddî huzursuzluklar görünmektedir. Uyanık ve bilinçli işçiler, sendikalarının, kendilerini sattıklarını feryat etmektedirler. Ve bu gerçektir! Kendilerine devrimci adını vermiş DİSK’li madrabaz sendikacılar, bizzat grev kırıcılığı yapmaktadırlar. İşçiden yükselen sesleri bastırabilmek için, onların yönetimde hâkim olmalarını engellemek için, burjuva merkeziyetçi, bürokratik yapıyı daha da sağlamlaştırmaktadırlar. Yönetimlerine, jandarma gücü olarak da, TKP’nin gençlik örgütlenmesi, İlerici Gençler Derneği (İGD)’ni kullanmışlardır. Bu İGD, sendika bürolarında ve ya eylem alanlarında, işçilere zorbalık taslayan, onları fişleyen, karakteri düşük gençlerden oluşmuştur. Bunlar, DİSK’e bağlı sendika bürolarında, ali kıran-baş kesen durumundadırlar. Koltuklarının altında Sovyetler revizyonizminin ve onun uşağı TKP’’nin aşağılık görüşlerini dile getiren “İlerici Gençlik” ve ya “Politika” gazeteleri, bunları zorla sendikalara satmaya uğraşmaktadırlar. Gene sendika bürolarının duvarları, aynı siyasetin afişleri, kitaplıkları da, broşürleri ile doldurulmuştur. Proletaryanın ihtilâlci görüşüne ise, azılı birer düşman kesilmişlerdir. Bir çok sendika merkez ve ya şubesinde bu kişiler, bu işleri, işçilerin aidatlarından ödenen maaş karşılığı yapmaktadırlar.
TKP siyaseti, DİSK’e tepeden yerleştirilmiştir. Bunu, Mart 1976 tarihli “Sendikalar Meselesi” başlıklı yazının, “Türkiye’de Sendikaların Genel Karakterleri” başlığı altında, şöyle belirtmiştik:
“DİSK’in yapısı son iki yıldır, son derece önemli değişikliklere uğramıştır. Niteliği, son derecede süratle değişmektedir. Eski yapısının bile yeterli olmadığı bu gün o, daha da geriye, çağımızın sosyal-demokrat burjuva anlayışına doğru, hızla koşmaktadır. Son yıllarda proleter yığınlardan gelen zorlamayla, bir çok sosyal-demokrat sendika, gerici yöneticileriyle birlikte, yapısında hiç bir değişiklik yapmadan, DİSK’e akın etmiştir. Bu gün, DİSK yönetiminin en etkili unsuru, CHP siyasetini benimsemiş sosyal-demokratlardır. Bunlar, yönetim mekanizması içerisinde, genel ve merkez kurullarda, dengeyi her zaman kendi lehlerine bozacak kadar üye sayısına sahiptirler. Fakat, işin şöyle bir yanı da vardır: Yönetim kademelerinde çok az sayıda olmalarına rağmen, revizyonistler, DİSK’i yönetiyorlarmış gibi görünmektedirler. İşin aslı şudur ki, DİSK bünyesini sosyal-demokrat sendikalar sarmıştır. Konfederasyonda fiilî olarak uygulanmakta olan, sosyal-demokrat sendikacılıktır. Revizyonistlerin yaptığı ise, DİSK ağzından gerici siyasî sloganları tekrarlamak, sosyalist sendikacılığın ve örgütlenmenin DİSK’e yerleşmesini engellemek ve DİSK’i devrimci sendikacılıktan korumaktır. Revizyonizm kısa zamanda, sosyal demokratlara teslim olmanın şaşkınlığı içerisinde, sersem bir budalaya dönecektir. Çünkü o, ilerleyen devrimci harekete gerici barajlar kurarken, sosyal-demokratlar; konfederasyonun yönetimine, tam olarak nüfuz etmekedirler. DİSK yönetiminin siyasî düşüncelerini paylaşmayan, geride bulan sendikaların tasfiyesine önderlik ederken; revizyonizm, sosyal-demokrat taktiğe aptalca boyun eğmektedir. Revizyonizmin, geniş ölçüde yığın tabanı yoktur. O tepeden, kaabiliyeti sınırlı siyasî menejerlerle işini yürütmektedir. Tepede yürütülen pazarlıklarla, tabandan ilgisiz bir şekilde, DİSK’e siyaset tanzim etmektedir. Revizyonizm, uzun zaman kendisini koruyabilme imkânlarına sahip değildir. Yıkılacaktır. Fakat ne yazık ki, yerini alacak olanlar, teslim olacakları siyaset, sosyal-demokrat siyaset olacaktır. Gidiş budur!”
TKP, DİSK içerisinde neler yapmıştır? TKP’nin, 1971’den sonra, Avrupa’da gösterdiği faaliyetlerinin sonucu çıkardığı yayınlardan çıkarıyoruz ki; hayali ilk defa, 1975’in son aylarında gerçekleşti. Taksim meydanında, “Demokratik Hak ve Özgürlükleri Koruma Mitingi” diye bir toplantı yaptı. TKP daha önce yayınlarında her zaman yığın eylemlerinden söz eder ve bu eylemi de, proletaryanın Taksim alanında toplanması olarak gösterirdi. Tıpkı, FKP’nin öncülüğünde, Fransız proletaryasının “Concorde” alanında toplanıp, bir renk ve ses cümbüşü içerisinde, “Champs-Elysée” caddesinde yürüdüğü gibi... İşte bu toplantıda, TKP sloganlarını bağırdı ve bu sloganlara karşı olan siyasî gruplara, sopalarla saldırdı. TKP, kendisine bu gücü, CHP’den sağlamaktaydı.
TKP, DİSK ağzıyla, 1 Mayıs 1976 yılında, 1 Mayıs’ın kanunen işçi bayramı olarak kabul edilmesini ileri süren bir teklifle, 1 Mayıs toplantısı düzenledi. Bu, şarkılı, türkülü, davullu, zurnalı; göğsünde kırmızı karanfilli bayanları ve boyunlarında kırmızı eşarplı baylarıyla, tam bir festivaldi. İstanbul’da Beşiktaş’tan başlayan yürüyüş, Taksim’de, mikrofonları ellerine geçirmiş çığırtkanların eşliğinde, İbrahim Güzelce ve Kemal Türkler’in konuşmalarıyla son buldu. Konuşmacılar konuşmalarında, “barıştan”, “toplumsal ilerlemeden” bol bol söz ettiler. CHP’yi övdüler. Kemal Türkler, kuaförden yeni çıkmış saçları, uzun favorileri ve şık kostümü ile, yeni tipte bir işçi liderinin portresini canlandırıyordu.
1976 yılının Eylül ayında da DİSK, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu’nun (DGM) tekrar çıkarılmaması için, direnişe geçileceğini açıkladı. Gene, Beşiktaş’tan Taksim’e yürünülecekti. Fakat, hükümet tehdirkâr bir tutum takındı. Bunun üzerine yürüyüşten vaz geçildi ve otomobil konvoylarıyla, Taksim’e kadar gidildi. Fakat, bazı fabrikalarda işçiler, gerçek direnişe geçtiler. Başta, Profilo fabrikasının devrimci işçileri olmak üzere, fabrikaları işgal ettiler. Polis ve ordu birlikleriyle çatışmalar oldu. DİSK, bu direnişlere sahip çıkmadığı gibi, “Biz direniş yapmadık, Genel Yas tuttuk” dedi. Hele DİSK Yürütme Kurulu bir günlük göz altına alındığında, Kemal Türkler, bütün karakterini bir defa daha ortaya koymaktan kendini alamadı. Orduyu göklere çıkaran beyanatlar verdi. Bu direnişten dolayı, üç bin kadar ileri bilinçteki işçi, işlerinden atıldı. Bir süre bunlara para yardımı yapıldı. Fabrikalarda kara listeye alınan bu işçiler, iş bulamadılar. Sonra, her biri kendi kaderlerine terkedildiler. 16 Eylül, Türkiye proletaryasının mücadele literatürüne, aşağılatıcı bir kavram getirmekten başka bir şeye yaramadı. Genel Yas...
En sonunda da, 1977 1 Mayıs... Türkiye proletaryası için, unutulmaz acılarla dolu bir gün. TKP ve DİSK yönetimi için ise, yüz karası bir gün. O gün 1976 1 Mayıs’ının daha abartılmış sahneleri görülmekteydi. Bu defa, soldaki diğer siyasî gruplara karşı, kendi ifadeleri ile, 20.000 sopalı militan görevlendirmişlerdi. Geçen yıldan farklı olarak, TKP’nin, Türkiye proletaryasına lider olarak takdim etmeye uğraştığı, komünizmin düşmanlığını Stalin’e saldırarak yerine getiren, Kruşçef revizyonizminin şakşakçısı şair Nazım Himet ile, o yıl ölen İbrahim Güzelce’nin portreleri bulunuyordu. İstekler arasında da, isim zikredilmeksizin, TKP’nin kanunileştirilmesi ve Taksim alanının adının 1 Mayıs olarak değiştirilmesi bulunuyordu.
Çalındı, söylendi, oynandı... İGD’liler ve DİSK’li aristokrat işçiler, Denizli horozları gibi, ortalıkta caka sattılar. Aynı hava içerisinde başkanları kürsüye çıktığında, CIA ve emrindeki MİT için mizansen hazırdı. Birden yığınların üzerine ateş açıldı. Sahne korkunçtu. Başkan, polis kuvvetlerini müdahale için çağırıp, kürsüden kaçtı. Dört saatte dolan meydan, dört dakika içerisinde boşalmıştı. Geride kırk kadar ölü ve yüzlerce yaralı kalmıştı.Emperyalizme bağımlı burjuvaziden gelecek olan saldırıya aldırış etmeyip, devrimci gruplara karşı saldırgan kadrolar hazırlayarak bu katliamı yaratanlar, bu trajik olayın hemen arkasında verdikleri beyanatlarda, “Mao’cu grupların provokasyonu” olduğunu ilân ettiler. Mao’cu dedikleri ise, kendilerinden olmayan bütün gruplardı. Böylece emperyalizmi ve onun güdümünde bulunan faşist devleti temize çıkarttılar. Ölülere sahip çıkacaklarını ilân ettiler. Fakta, bir tek ölüyü bile kaldırma cesaretini gösteremediler. Ve hâlen de utanmadan, “Faşizme geçit yok!” teraneleri, kırmızı karanfilli bayanlarının ve kırmızı eşarplı baylarının ağzında, Amerikan cikleti gibi çiğnenmektedir. Amblemlerini, toz pembe gül seçenlerin ağzında, Amerikan cikleti gibi...

ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE (UDC)

Şu sıralarda DİSK yönetiminde, beklenen çok önemli olaylar olmaktadır. Sosyal-demokratlar, yönetime el koymuşlardır. Bu işlemi yaparken, TKP’lilerin tasfiyesine girişmişlerdir. Sosyal-demokratlar, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yönetimi ellerine geçirmek üzere giriştikleri plânın son kısmını yürürlüğe koymaktadırlar. Bu hareket, TKP’lilere, bir eşşek tepmesi gibi gelmiştir. Hem ağır bir darbe yemişler, hem de şaşkın ve perişan bir hâle düşmüşlerdir. Açıkçası, TKP’de sembolleşen revizyonizm, boylu-boyunca yere serilmek üzeredir.
TKP, bu defa da, DİSK’in sözcülüğü ve öncülüğünde, UDC diye bir herze ortaya attı. UDC’nin nasıl bir şey olduğunu, “Maden-İş” gazetesinin, 30 Ağustos 1977 tarihli 93’üncü sayısından öğrenelim. Yazının başlığı, “Ulusal Demokratik Cephe Nedir?” adını taşıyor. Aşağıya, yazının bütününü alıyoruz:
“Dünyanın her yerinde faşizme karşı en geniş ulusal güçlerin birliği cepheler yoluyla sağlanmıştır. Bu cephelerde işçi sınıfı yanına diğer emekçileri ve tüm faşizme karşı olanları da alarak bir güç ve eylem birliği oluşturur. 1930’ların İspanya’sında, 1936 Fransa’sında kurulan Halk Cepheleri, Bulgaristan’daki Vatan Cephesi, Çekoslavakya’daki Ulusal Cephe, vb. hep faşizm tehlikesine, faşist güçlere, faşist işgalcilere karşı oluşturulmuşlardır.
“Ülkemizde de kurulması için çaba sarfettiğimiz U.D.C. faşizme, tekelci sermayeye karşı mücadele edecek bir cephedir.
“Faşizme karşı kurulan cephelere işçi sınıfı ve öteki emekçiler kendi örgütleriyle katılırlar. Ama faşizme karşı bir cephenin kurulabilmesi için işçi sınıfının en geniş birliğinin sağlanması şarttır. Yani DİSK ile Türk-İş’in MC hedefi karşısında eylem birliği yapmaları şarttır. Ancak bu eylem birliğinin sağlanmasından sonra diğer meslek örgütlerinin, demokratik kuruluşların ve faşizme karşı olan, temel özgürlüklerden yana burjuva partilerinin cepheye katılması yararlı olabilir.
“Cephelerde çeşitli örgütler aynı koşulları kabullenerek, eşit haklarla katılırlar. Ama şüphesiz her örgüt kendi gücü oranında cephenin faaliyetlerinde etkin olur. Bu tür cephelerde işçi sınıfının örgütleri, öncülük görevlerini unutmayarak, örgütleyici ve harekete geçirici bir rol oynarlar. Nitekim U.D.C.’nin oluşturulması çabalarında da DİSK ve DİSK üyesi işçilere çok büyük görevler düşmektedir. DİSK içinde Demokrasi ve Dayanışma komiteleri oluşturmak, Türk-İş’e bağlı sendikalara ve işçilere U.D.C.’nin zorunluluğunu göstermek için çalışmak, bütün halka MC’nin ne olduğunu açıklamak bu görevlerdendir.”
Her şeyden önce, bu cephe, gazetenin yukarıda örneğini gösterdiği cephelerden, her yönden farklıdır. Bir kere o cepheler, Fransa’daki hariç, silahlı direnme cepheleriydiler. Fransa’daki ise, hükümet olma cephesi. Hatırlarsak bu cephe, Léone Blume’un başkanı olduğu bir burjuva hükümetini oluşturmuştu. Hemen 1937 yılında, Komintern’nin bu cepheyi eleştirdiğini de hatırlayabiliriz. İspanya’da Franko faşizmine karşı, Cumhurbaşkanı Azana’nın liderliğindeki Cumhuriyetçiler çevresinde, silahlı bir direniş cephesi kurulmuştur. Bulgaristan ve Çekoslavakya’da ise, cephe; komünistlerin önderliğinde ve siyasî iktidar hedefine ulaşmak üzere, silahlı bir mücadele için oluşturulmuştur.
Cephe için, önce işçi sınıfının en geniş birliğini oluşturmak gerektiğini söylemektedirler. Buna nasıl karşı çıkılabilir ki? Fakat bu birlik, DİSK ile Türk-İş’in eylem birliği imiş. Bu eylemler hakkında hiç bir bilgi yoktur. Her halde, Taksim alanında toplanıp nutuk çekmek demektir. O bir yana, cepheleşmeyi MC’yi yıkıp, yerine CHP’yi getirmekle eş gören bu anlayışa, proletaryanın kurtuluş mücadelesi nasıl feda edilebilir? DİSK ve Türk-İş yöneticilerinin anlaşmasını, proletaryanın birliği şeklinde gören bu anlayışa, proletarya nasıl rağbet gösterebilir? Ayrıca da, bir ekonomik mücadele örgütünün, üstelik de, böyle dejenere bir örgütün, cepheye önderlik etmesi iddiası da cabası...
Faşizmi MC ve ya diğer hükümetler ve partiler olarak görmek, faşizmin sadece siyasetlerini görmekten başka bir şey değildir. Faşizmi devlette aramak gerekir. Çözümü de, devlete karşı kurulacak bir cephede bulunmalıdır. Emperyalizme bağımlı kapitalist bir devletin, kaçınılmaz olarak faşizmi içinde taşıdığını anlayabilmelidirler. Ve anlayabilmelidirler ki, faşizmin yıkılması, bu devletin yıkılması demektir. Türkiye toplumunun tarihinden kovulması ise, yerine proletarya ve yoksul köylülüğün sosyalizme yürüyen devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulması demektir. Yani emperyalizmin, ona bağımlı kapitalizmin ve müttefikleri toprak ağalığının yıkılması demektir.
Komünistlerin düşünebileceği cephe hareketi, içerisinde siyasî ve silahlı mücadelede fiilen önderlik ettiği ve proletaryanın asgari programını uygulaması demek olan bir süreci ifade eder. Asgari programın temel sloganı, “Sosyalizm için, Bağımsızlık ve Demokrasi” mücadelesidir. Bu anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-feodalist bir örgütlenmedir ki, ulaşacağ ınokta, proletarya ile yoksul köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür. Yani, ulaşılacak noktada proletarya, kendi siyasî çatısı altında temel bir ittifak kurmuş olduğu yoksul köylü yığınlarıyla, sosyalizmin başlangıcı saymamız gereken, siyasî, ekonomik ve sosyal yönleriyle, yeni bir demokrasi düzeni kuracaktır.
Bu cephe hareketi içinde proletarya, ittifak kurduğu bütün burjuva unsurlara rağmen, kendi sınıf çıkarlarını sonuna kadar koruyacaktır. Hiç bir komünist hareket, burjuvazinin herhangi bir kategorisi ile ittifakı, onu iktidara getirmek şeklinde ele alamaz. Bu cümleden olarak, CHP’nin iktidara getirilmesi adına, proletaryaya bir cephe teşkil ettirmek, onun siyasî varlığını inkârdan başka bir anlam taşımaz. Proletarya kendisi bir sınıf olarak siyasî varlık sahibidir ve bütün öteki siyasetlerle, temelden çelişme içerisindedir. Bu temel çelişmeyi göremeden ittifaklar meselesine eğilmek, proletaryanın kurtuluş davasına ihanetten başka hiç bir anlam taşıyamaz.
Komünistler için cephe hareketinin gerçekleştirilmesi, proletaryanın ihtilâlci siyasî partisinin yaratılmasına bağlıdır. Bu durumda, bütün Türkiye’yi içine alan bir partinin nasıl yaratılacağı üzerine, teorik ve pratik olarak eğilmek, birinci ödev olmalıdır. Proletarya, komünist bir bilinç ile siyasî bir parti çatısı altında toplanmadan, proletaryanın çıkarına bir cephe hareketinin kurulması imkânsızdır. Bu günkü durumda ihtilâlci proletaryanın hedefi, komünist bir parti teşkilatlanmasına sahip olmaktır.
DİSK, cepheyi kurarken, proletaryaya, “DİSK içinde Demokrasi ve Dayanışma komiteleri oluşturmak” görevi veriyor. Bu konuda, hiç bir yerde açıklayıcı bir bilgi vermemişlerdir. Acaba, bu bizim anlayamadığımız “Demokrasi ve Dayanışma Komiteleri” ile ne demek isterler? Buruva kuyrukçuluğuna özel bir isim olsa gerekir.Her şey açıktır. Proletaryanın çıkarlarını dile getirmeyen ve burjuva görüşlerin emrinde bulunan bir siyasî hareket, eni-sonu yıkılmaktan kendisini alakoyamayacaktır. Kısaca, DİSK içerisinde tepeden yönetmeyi kendisine seçmiş olan bir siyasî grubun bürokratik hegemonyası elbette ki son bulacaktır. Ve diğer bir burjuva yönetim kendisini ekarte ederken, proletaryadan hiç bir destek bulamayacaktır. Üstelik kendisine tekmeyi vuran CHP’nin, proletarya arasında geçici de olsa, prestijini yükselten gene bu TKP’dir. Yoksul yığınlara kabul ettirilmeye çalışılan “Umudumuz Ecevit” sloganına bile sahip çıkanlar bunlardır. Çünkü onların da umutları Ecevit’tir. Demokrat burjuva olarak değerlendirdikleri bu Ecevit iktidara gelecek, 141-142 kanun maddelerini kaldıracak ve TKP seçimlere girecektir. Bunlar bu kadar böndürler ve bu kadar Türkiye’nin sosyal ve siyasî tahlilini yapmaktan acizdirler. Ve ya bilinçli olarak, proletaryanın düşmanı.

KOMÜNİSTLERİN SENDİKA HAREKETİNE BAKIŞLARI NASIL OLMALIDIR?

TKP’nin DİSK’Ten tasfiyesine, soldaki diğer siyasî gruplar, bayram yapmışlardır. Hatta şimdiden, bazılarını, büyük hayallere yer veren tarzdaki yayınlarında ibretle izliyoruz. Bunlar sanki, ortada DİSK’in sosyal-demokratlaşması diye bir mesele yokmuş gibi davranmaktadırlar. Bunlara şimdiden hatırlatalım ki bu tasfiye, DİSK’in yeni niteliğinin ne olacağı konusunda, kesin bilgiler vermiştir. Görülüyor ki bu tasfiye ile, ne DİSK devrimci bir yapıya kavuşmuş, ne de proletarya, kendi yönettiği sendika hareketine kavuşmuştur. Türk-İş’den kopan ve iki konfederasyonunun dışında örgütlenen sosyal-demokrat sendikalar, DİSK’i ele geçirmişlerdir. Şimdi, Türk-İş’ten yeni bazı katılmalar daha gerçekleşebilir.
DİSK, gerek mekanizma olarak, gerekse de ekonomik ve siyasî mücadele bakımından, gericiliğini korumaktadır. DİSK’in, bundan sonra da devrimci bir yapıya ulaşacağını sanmak ve bunun için uğraşmak, boşuna olacaktır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz yazımızın, “Sendikaların Genel Karakterleri” başlığı altında, sendikalar hakkında şunları yazdık:
“Proletaryanın siyasî mücadelesini, “ekonomizm” siyaseti derecesine düşürmeye can atan sendikalar, elbette ki asıl sorumluluklarının dışında hareket etmektedirler. Halbuki, sınıfın ekonomik mücadelesi, dolayısıyla sendikalar, sınıfın siyasî mücadelesine, dolayısıyla partilere tâbi olmalıdırlar. Sendikalar, ekonomik mücadeleyi, proletaryanın kurtuluş mücadelesinin bütünü olarak görme eğiliminden, kendilerini bir türlü kurtaramamışlardır. Bunlar, sosyalizm mücadelesinin “parlamentarist” kanadıyla uzlaşma ve birleşme eğilimindedirler. Böyle seçim partilerinin yaratılmasında aktif olarak çalıştıkları gibi, bunların desteklenmesi de, bir çok zaman siyasetlerinin eylem alanını teşkil eder. Sendikalar, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde, ekonomik mücadeleyi esas unsur sayarlarken, proletaryayı sürekli olarak, esas devrimci siyasetinden yoksun bırakmaya çalışırlar. Proletaryanın siyasetle ilgisini, seçimler çerçevesine indirgemekte, burjuvazi ile aynı görüşü savunurlar. Bunların ve güttükleri siyasetin ortaya çıkardığı proletarya, gerçek kimliğinden uzak, aksiyonsuz, battal ve kaderini sendika sekreterlerine bağlamış, umutsuz bir proletaryadır. Bunlar özellikle, proletaryayı, eğitimden ve hareketten yoksun bırakabilecekleri bir tarzda örgütlemeyi sağlamaya çalışırlar. Burjuva merkeziyetçi bir yönetim mekanizması içerisinde, yönetim, özüne uygun olarak; tamamen tepede yürütülür. Bunların asıl amacı, sendikalarını korumaktır. Bu öyle bir tutkudur ki, devrimciler tarafından ele geçirilmesi gereken stratejik kaleler olarak değerlendirebileceğimiz sendikaları, devrimcilerden korumak üzere, her zaman için burjuvaziyle uzlaşabilmişlerdir.
“Sendikalar, bu yapılarıyla, devrimcilere tamamen kapılarını kapatmışlardır. Çünkü onlar, sosyalizmin proletarya hareketiyle kaynaştırılmasına, kesinlikle karşıdırlar. Sendikalar, sosyalizm ile proletarya arasında, bu ikisinin birbirlerine kavuşmalarını engellemeye çalışan birer set durumundadırlar. Sendikalar, proletaryanın ekonomik mücadele örgütleri olarak, kanunîlik kazandıklarından beri, burjuva rejimine sadık kalacaklarına dair, burjuvaziye yeminlidirler.”
Şu bilinmelidir ki, temelde kanunîliği savunan hareket, esas olarak, işleyen bu düzenin bir parçası olmayı benimsemiş demektir. Bizim bu yargımız, uzlaşmacı sosyalistler tarafından, kanunî yollardan faydalanmak istemediğimiz şeklinde ele alınır. Demek istediğimiz bu değildir. Diyoruz ki: Devlet üzerinde hakimiyet kurmuş, devlete sahiplik eden sınıflar, sosyal düzeni işleten kanunları, doğrudan doğruya kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hazırlamışlardır. Böyle olunca, bu kanunlar çerçevesi içerisinde cereyan eden sınıf mücadelesinin niteliği hakkındaki “uzlaşmacıdır” yargımızın bir anlamı olmalıdır. Elbette ki burjuva devletlerde, sendikaların kurulabilmesini sağlayan kanunların çıkarılması, proletaryanın mücadelesinin bir sonucudur. Fakat devlet, bu sendikaların işleyişini hiç bir zaman, kanunlarla verdiği ölçülerde serbest bırakmadığı gibi, ayrıca da, burjuva demokratik olan bu kanunların karşısına koyduğu anti-demokratik kanunlarla da, engelleme yoluna gider. Örnek olarak, Türkiye’de grevin karşısına lokavt konmuştur. Örnek olarak toplu sözleşmelerde, iş garantisinin sadece kâğıt üzerinde geçerliliği vardır. Çünkü İş Kanunu’nun 13 ve 17’nci maddeleri, işçilerin işten istendiği anda çıkarılmalarını sağlayabilmektedir.
Sendikacılık, proletaryanın siyasî bilinci seviyesinde ele alınmalıdır. Ona göre de, ekonomik mücadele alanının örgütlenmesine gidilmelidir. Eğer sendika alanında gerçek sınıf mücadelesi yürütülecekse, sendikalara, burjuva kanunlarını aşmak ve militan bir yapıya girmek düşüyor.
Ekonomik mücadele dendiğinde, ilk akla gelen şey grevlerdir. Bu günkü ekonomik mücadelede, grevin yeri neresidir? Bu gün bir çok sendika grevi unutmuştur. Diğerleri ise, grevi basit bir pasif direnişe döndürmüşlerdir. Bir noktada da, faşizmin geniş boyutlara uzaması ihtimali olan grevleri ezmesinden dolayıdır ki, grevi grev olmaktan çıkarmışlardır. Bir sendika, üye işçilerle birlikte bir grev kararı aldı ve onu uyguladı mı, artık mutlaka anlaşmazlığa konu olan madde, işçinin çıkarına uygun bir biçimde, patrona kabul ettirilmelidir. Bu başarıyı kazanmak için, çok çeşitli mücadele metodu denenmeli ve sanki gerçek kurtuluş elde edilecekmişçesine ciddî olunmalıdır. Gerçek grevlerde sendikalar, hükümet ve devletin birçok kurumuyla yüz yüze geliyor ve bunlara karşı da mücadele sürdürüyor. Sendikalar, mücadelenin boyutları genişledikçe, kendilerine yeni bir çok mücadele metodları bulmalıdırlar. İşte bu noktada artık, zorunlu olarak kanunların dışına çıkılır. Ve bu çıkış, meşru bir çıkıştır. Temelinde, devrimci sendikaların hayatiyetlerini koruma fikri ve çabası vardır. Gerek devrimci biçimde sendikalarda örgütlenebilmek, gerek fabrika içerisinde, üye işçilere yapılacak baskı ve yıldırma hareketlerine karşı durabilmek ve gerekse de, grevlerinin kırılmasına engel olabilmek için; faşist militanların, polisin, jandarmanın, ordunun saldırılarına karşı korunabilinmeli ve gerektiğinde de, karşı saldırıya geçilebilinmelidir.
Sendikalar, sık sık ekonomik ve siyasî buhranlar karşısında, hükümet ve diğer devlet kurumlarıyla karşı karşıya gelmektedir. Sendikalar, proleterlerini ezeli dertleri olan, ücretler karşısındaki fiyat artışları, çalışma şartlarının kötülüğü, konut sorunu ve benzerleri gibi ekonomik ve sosyal yönü olan isteklerinde ve ya örgütlenmelerini engelleyen, anti-demokratik kanunların kaldırılması ve faşist uygulamaların son bulması gibi gündelik siyasî mücadelelerinde, grev, toplantı ve gösterilerde bulunur. Bu sebeple, hayatiyetini koruyabilecek düzeyde bir örgütlenmeye sahip olması gerekir. Kısaca, mücadeleci ve militan olmalıdır. Bilmelidir ki, iktidara yönelmiş bir siyasî hareketin, sınıf mücadelesindeki bir bölümünü teşkil etmektedir. Böyle bir yapıya kavuşabilmenin en önemli şartı, bünyelerinde topladıkları proleterlere güvenmektir. Sendikanın gücü, örgütleyici ve militan yığınlara sahip olmasıyla ölçülebilir. Yoksa, profesörlerden kurulu hukuk kurumlarıyla, bürolardan yöneten örgütlenme daireleriyle, onlar hiç bir zaman devrimci bir sendikanın gücüne erişemeyeceklerdir.
Mücadeleci ve militan bir sendikacılık, bu gün proletaryanın bu alandaki gerçek ihtiyacıdır. Onun bu mücadeleci ve militan yapısı, eylemlerinden dolayı kendisini kanun-dışı saydıracaktır. Sendikalar, eğer bu anlamde devrimci iseler, kaçınılmaz olarak faaliyetlerinin bir bölümünü de, yer altında sürdüreceklerdir. Bu yer altı faaliyeti, siyasî partinin gizlilik kuralına bağlanmasından doğan, kendisini buna uygun olarak yer-altında teşkil eden yapı özelliğiyle karıştırılmamalıdır.
Evet sendikalar, canlı bir mekanizma halinde çalışmalıdırlar. Her üyenin, yönetimin bir kademesinde görev alması gereklidir. Örnek olarak, fabrika komiteleri yirmişer kişiden oluşuyorsa, bu yirmi kişiden her birinin fabrika içerisinde yürüteceği görevler bulunmalıdır. Sendikalar fabrika komitelerindeki yönetimlere, devrimci siyasî bilince ulaşmış proleterlerin gelmesine yardımcı olmalıdırlar. Sendikalar, proletaryanın en ileri siyaseti olan Marksist-Leninist siyasetin, proleter yığınlar arasında yaygınlaşmasına ve proleter liderler bulunmasına araçlık etmelidirler. Sendikalar, proleterleri, fabrikadaki bütün sendika görevlerini yürütecek derecede bilinçli bir duruma getirmek görevindedirler. Sendika merkezi ve fabrikalar, sürekli ve doğrudan birbirlerini kontrol etme imkânına sahip olmalıdırlar. Merkezî bir örgütlenmede, demokrasiyi sağlayacak en önemli şey, bütün yönetim kademelerinin, inisiyatif sahibi olma derecesinde bilinçlenmesidir. Bu, tabandan merkeze doğru bir kontrol mekanizmasının sağlanmasında temel faktördür.
DİSK, sosyal-demokrat bir merkez yönetimine sahip olmuştur. Bu durumda komünistler, yeni tipte sendikaların kurulmasına çalışmalıdırlar. DİSK içerisindeki bilinçli proleterlerin, yeni sendikaların teşkilinde, rolleri çok büyük olacaktır. Bunlar, hem DİSK’in yapısının teşhirinde, hem de yeni sendikacılık hareketinin yaygınlaştırılmasında, güçlük çekmeyeceklerdir. Bu hareket kısa zamanda merkezî bir yapıya getirilmelidir. Başlangıçta dağınık ve mahallî olarak başlaması kaçınılmaz olan bu hareketin başarısının tek ve temel çözümü, merkezîleşmede aranmalıdır. Proleter bir gazete, böyle bir hareket için vaz geçilmez bir araçtır.
Komünistler, bu günkü şartlarda hareketlerine temel olarak, komünist bir partinin yaratılmasını almışlardır. Bu açıdan bakılınca, komünistlerin bu günkü sendika hareketini, proletaryanın parti yaratma çabalarına tâbi kılmaları normaldir. Parti yaratılması çalışmalarında, sendikalar içerisinde ve onların devrimci araçlığı halinde yapılabilecek bir çok şey vardır.
Bu arada, konuyla ilgili olarak, bir hatırlatmada bulunmanın faydaları olacaktır. Bu gün Türkiye’de, kendisini resmî kuruluşlar halinde proletaryanın devrimci partisi olarak ilân etmiş siyasî grupların üyeleri, bulundukları örgütlenmeleri incelemelidirler. Bu güne kadar ideoloji ve örgütlenme mücadelesinde, hangi noktaya ulaşmışlardır? Sosyal yapı olarak, proletaryaya dayanmakta mıdırlar? Kadroları içerisinde ihtilâlci bir yapıya doğru yükselme var mıdır. Siyasetlerinin kalıcı başarıları olmuş mudur? Bulundukları örgütlenmenin ileriye doğru gelişmesini sağlayacak, teorik çalışmaları var mıdır? Kendisine proletarya partisi adını almış olan bütün siyasî grupların, yeniden bulundukları durumun tahlilini yapmaları gerekir.
Bazı küçük siyasî gruplarda, son zamanlarda bu konuda olumlu gelişmeler izlemekteyiz. Onlar da bu gün artık, proletaryanın en yüksek derecede organize olmuş örgütlenmesi olarak, siyasî partiyi yaratmanın bilincinde görünmektedirler. Bu gruplar arasında, teorik alış,verişler sonucunda, çeşitli pratikler içerisinde de birlikte olabilmek mümkündür. Bu gün, kendisini proletaryanın Marksist-Leninist partisini yaratmakla yükümlü gören ve temel bir çok doğruya ulaştıkları bir gerçek olan bu gruplar, birleşmenin yollarını aramalıdırlar. Birleştikleri noktaları ve birleşemedikleri noktaları tespit edip, birleşmenin sınırlarını çizebilmelidirler. Bu gün, ihtilâlci bir komünist partinin yaratılması meselesi, yeniden ve yoğunlukla tartışılmalıdır. Bu tartışmaların üslûbu, kendi ciddiyetine uygun bir tarzda düşünülmelidir.
Partinin yaratılması için, bu görevle yükümlü, müdahaleci bir grup hareketi gerekir. Bu grup hareketi, partinin hangi temeller üzerinde yükseleceğinin teorik açıklamalarıyla, parti fikrinin devrimci gruplar ve proletarya arasında yaygınlaşmasını sağlar. Teorik olarak koyduğu parti modelinin, pratik içerisinde örgütlenme yoluyla, doğruluğunu görmeye çalışır. Marksist-Leninist bir partinin, “bağımsız, gizli ve merkezî” bir yapıyla, ihtilâlci bir özü nasıl yaratacağını araştırır. Bu çalışmalar içerisinde, örgütlenmenin bir hedefi merkezileşme; diğeri ise, fabrikalarda siyasî birliklerin çekirdeği olan, siyasi hücreler teşkil etmektir.
İşte bu gün sendika hareketini, siyasî hareketin gelişmesine böylece tâbi kılabiliriz. Bunu başarabildiğimiz anda, proletaryanın sendika hareketine, devrimci bir tarzda müdahale ediyoruz demektir.

GÜNEY’DE SENDİKALAR KONUSUNDA YAPILAN TOPLANTILAR ÜZERİNE

Bundan üç beş ay önce, Güney’deki bazı siyasî gruplara, sendikalar konusunda yapılan toplantılarda, görüşlerimizi bir bildiri ile sunmuştuk. Başlangıçta, çoğunluk tarafından kabul gören görüşlerimiz, sonradan reddedildi. Görüşlerimizin hemen arkasından, “Devrimci Yol” dergisini yöneten grup, bu dergide, sendikalar konusundaki görüşlerini dile getiren bir yazı yayınladı. Yazının, hiç bir çalışmanın sonucu ortaya çıkarılmadığı, içerisinde çok çeşitli zıtlıkların bulunmasından hemen anlaşılmaktadır. Bu bir yana, sonuçta, toplu sözleşme düzeninin yerleştirilmesinden başka hiç bir amaç taşımadığı da ortaya çıkıyor. Yeri olmadığı için, bu yazının eleştirisine girmiyoruz.
Biz, o bildiride, bu yazıda sözünü ettiğimiz görüşleri, Güney’in durumunu da göz önüne alarak, madde madde sunduk. En son toplantının izlenimlerini aldığımızda ve eleştiriyi yapanların kendi sendika anlayışlarını da öğrendikten sonra, -Bunlara, “Kurtuluş” dergisinin mensupları da dahildir.- ekonomist görüşlerin taarruzuna uğradığımız açığa çıktı. O toplantılarda, bu gruplara zıt gelen, bizim sendikalara yüklediğimiz fonksiyondu. Karşı duranlar, bizim, sendikalara siyasî parti hüviyeti verdiğimizi ileri sürüyorlardı. Bunu da kanıtlamak için, bizim sendikalarda “yer-altı” faaliyetlerinin de bulunmasına ilişkin görüşümüz ele alınmaktaydı. İşin esası, bu görüşler yavan ekonomizmin dar sınırlarını aşamamaktadırlar. Bu, onların tutucu siyasî varlıklarının, sendikalarda tezahüründen başka bir şey değildir. Biz şimdilik, Marks ve Engels’in sendikalar konusundaki şu görüşlerini duyurmakla yetiniyoruz.
Marks, “Ücret, Fiat ve Kâr” (1) adlı eserinde “Sermaye ile Emek Arasındaki Mücadele ve Sonuçları” başlığı altında şunları söylüyor:
“Bir de işçi sınıfı, ücretli iş sisteminin kapsadığı genel kulluğu tamamen bir tarafa bırakalım, bu gündelik mücadelelerin kesin sonuçlarını gözünde büyütmemelidir. Sonuçları doğuran nedenlere karşı değil, sadece sonuçlara karşı mücadele etmekte olduklarını; kendi aşağı doğru düşüş hareketlerini geciktirdiklerini, fakat yönünü değiştirmediklerini, sadece geçici çareler uygulamakta, fakat hastalığı iyi edememekte olduklarını unutmamalıdırlar. Şu halde, sermayenin arasız saldırılarının ve piyasa değişikliklerinin durmadan doğurduğu bu kaçınılmaz çarpışmaların, bütün vakitlerini almasına kendilerini bırakmamalıdırlar. Anlamalıdırlar ki, yürürlükteki düzen onları ezen bütün sefaletleriyle birlikte toplumun ekonomik dönüşümü için gerekli olan maddî şartları ve sosyal biçimleri de meydana getirir. Muhafazakârların parolası olan “âdil bir iş günü karşılığında adil bir ücret” yerine bayraklarına “Sömürge düzeninin kaldırılması” devrimci parolasını yazmalıdırlar.”
Marks, bir kaç satır sonra da, şöyle devam ediyor:
“Sendikalar, sermayenin tecavüzlerine karşı direnme merkezleri olarak iyi çalışıyorlar. Kudretlerini iyi hesap etmedikleri zaman kısmen başarısızlığa uğruyorlar. Aynı zamanda mevcut sistemin değiştirilmesi için çalışmak ve teşkilatlanmış güçlerini işçi sınıfının nihaî kurtuluşu için, yani sömürge düzeninin kaldırılması için, bir manivelâ olarak kullanmak yerine, yürürlükteki sistemin etkilerine karşı, küçük çatışma savaşları içinde kendilerini sınırlandırırlarsa genel olarak başarısızlığa uğrarlar.”
Engels, “İşçi Sınıfının Politik Eylemi” başlığını taşıyan yazısında (2) Enternasyonal Emekçiler Birliği’nin bir bildirisinden, konuyla ilgili şu satırları alır:
“İşçi sınıfının ekonomik mücadelede birleştirdiği gücünü, aynı zamanda toprak ağalarının ve kapitalistlerin siyasî iktidarına karşı bir manivela gibi kullanması gerektiğini gözönüne alarak;
Enternasyonal üyelerine:
“İşçi sınıfının içinde bulunduğu bu militan durumda, ekonomik hareketle siyasî eylemin ayrılmaz bir bütün olduğunu hatırlatır.”
Biz, kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin kurulması mücadelesinde, ekonomik mücadelenin önemini kavrayabildiğimiz içindir ki, sendikaların, siyasî mücadeleye tabi kılınmasını ileri sürüyor ve bunu sözde bırakmamak için de, mevcut sendika hareketinin yetmezliğinden söz ediyoruz. Aynı zamanda da, nasıl olması gerektiği konusunda, görüşler getiriyoruz. Onlar ise, Türkiye’deki sendika mücadelesinin çıkmazlarını görmekten uzaktırlar. Proletaryanın DİSK içerisindeki birliğini aşırı ölçüde abartmakta ve DİSK’e bir örgüt olarak, fetişizm derecesinde bağlanmaktadırlar. Bu yüzden de, bizim devrimci görüşlerimize karşı, düşmanca bir tutum takınmaktadırlar. Proletaryanın komünist siyasetinin bir aleti olarak göstermeye çalıştığımız sendikalara, onlar sadece ücret pazarlıkları yapılan örgütler olarak bakmaktadırlar.
Güney’deki toplantılarda, şimşekleri üzerimize çeken ve bizim, “Sendikalar Meselesi” başlıklı yazımızın en son paragrafında yer alan şu görüşümüzü tekrarlıyoruz:
“Şu andaki mücadele siyasetimizi, sadece DİSK yöneticilerine yöneltirsek, meselenin esasını kavrayamadığımızdan kuşkuya düşmemiz gerekir. Mücadele siyasetimiz, DİSK’in yapısına yöneltilmeli ve mutlaka, bu gerici mekanizmanın yıkılıp, yerine yenisinin yaratılmasına çalışılmalıdır. Ya devrimci yeni bir nitelik, ya da gerici sendikacılığa boyun eğmek... Gerici sendikacılığa boyun eğmeyen, yeni bir nitelik için mücadele eden hareketlerin yanında olmak, onları daha ilerilere götürmek, devrimci bir siyaseti izlemek demektir.”
Ekim 1977
(1) Ücret, Fiat ve Kâr – K.Marx (Sol Yayınları – Ekim 1965).(2) Sendikalar Üzerine – K.Marx, F.Engels, V.İ.Lenin (Bilim Yayınları – Ocak 1975)